EPFL'den kabul aldığımda beni aynı zamanda tanıtım gününe (open house, başka üniversiteler de yapıyor.) çağırdılar. Ulaşım, konaklama ve vize masraflarını karşılayacaklarını söylediler. (Northeastern da kabul attıktan sonra EPFL ile aynı gün oryantasyon düzenlediğini açıkladı, ulaşımı karşılayacaklarmış. Amerika da tam pinti çıktı tüüh bir de süper güç olacaklar.) Başka arkadaşlarım da aynı günler de başka üniversitelere oryantasyona gittiler, anlaşıp aynı günde yaptılar belki de öğrenciler bedava tatil için oraya buraya başvurmasın diye :P

"En ucuz opsiyonu tercih etmeniz bekliyor." dedikleri için etik olasım tuttu saatleri biraz makbul ve ucuz bir opsiyon seçtim, fakat öğlen uçuş bulmak zor. Ayrıca direkt uçuş yok, Münih ya da İstanbul aktarmalı uçuluyor, ben Münih aktarmalı uçtum. Uçuş sabah 7'de olunca uyumadan Esenboğa'ya gittim, Bilkent'ten Esenboğa'ya gitmek başlı başına bir dert zaten. Taksiyle AŞTİ'ye gidip Belko Air denen firmanın saatte bir olan otobüslerini yakalamak gerekiyor.

Havaalanında uyuklayarak check-in'in açılmasını bekledikten sonra kapılara gittim, orada Bilkent'ten gelen bir arkadaşla buluştum, aynı uçuşu almışız. Biraz sohbet muhabbetten sonra uçağa bindik. Lufthansa yemek veriyormuş, Ramazan'da şeker yerine nakit alan çocuk gibi sevindim.

Uçakta yanımda oturan amcayla teyze muhabbet açtı. Onlar da Zürih'e gidecekmiş. Oğulları EPFL'de okuyormuş ama Brüksel'de yaşayıp çalışıyormuş, haftada bir kere 2-3 günlüğüne Lozan'a gidiyormuş ders görmek için. Hocaları dersler internette var gelmene gerek yok diyormuş.

Yeşil pasaportum var. İki yıl önce Budapeşte'ye gittiğimde Macar polisi bir şey sormadan direkt damgalamıştı ama Münih'te Alman polisi meraklı çıktı. "İsviçre'de oryantasyona gidiyoruz bıdıbıdı" diye anlatmaya başladım ama anlamadı, en sonunda "Dönüş biletini gösterir misin?" diye sordu gösterince geçirdi (sabah erken olduğu için kuyruk yoktu olsaydı belki bu kadar uğraştırmazdı.)

Orayı geçtikten sonra başka bir yerde kapıyı tutmuş Alman polisleri bizi bir yere götürüp çantalarımızı aradı "Tütün var mı?" falan diye tekrar tekrar sordu ama arkadaşa götürdüğüm sucuklardan başka bir şey yoktu.

Uçağa binerken de orama burama krem sürüp arama yaptılar.

Artık patlamayacağıma kanaat getirdiklerinde nihayet Almanya'ya girip ardından çıkabildim -_-

Havaalanında beleş kahve makineleri var dediler ama bu kadar kontrolden sonra kahve içmeye vakit kalmadı. Havaalanı da zaten cehennemin dibi gibi, sürekli yürüyen merdivenlerle bir yerlere inip kapılara gitmek için trene binmek falan geliyor.

Almanlar geri dönüşümün suyunu çıkarmış bu arada. Lavaboda elimi yüzümü yıkadım sonra otomatik peçete makinesine el ettim, peçete indi ama bir türlü koparamadım, koparılmıyor çok sert. Sonra farkettim ki o peçete değil havlu, iş bitince geri sarıyor. Sonra da yıkayıp havluları geri koyuyorlar anlaşılan.

Arkadaşım Cenevre'ye uçtu, ben Zürih'e, biraz gezerim diye bileti Zürih'e almıştım.

Zürih uçağında yanımda tek kişi oturuyordu. Nece yazıyor diye telefonuna göz ucuyla baktım ama okuyamadım. İlk muhabbeti o açınca şaşırdım, İsviçreli değil Amerikalıymış (buna şaşırmadım) Almanya'da elektronik mühendisiymiş birkaç sene. Adamın muhabbeti de zaten "Bu uçağı çok seviyorum, eski ama güvenli, 4 motoru var 2'si bozulsa yine uçmaya devam edebilir." diye başladı.
Sırbistan'a ucuz bilet buldum oraya gidiyorum dedi. Muhabbet Türkiye üzerinden geçince "Ama sizin de Trump'ınız var." diye topu Amerika'ya attım. "Trump konuşuyor ama en azından Bush gibi Obama gibi milyonların ölümünden sorumlu değil." dedi. Adam haklı, şu anlık.

Arkadaşı Zürih'e indikten sonra görmedim, aynı Fight Clubtaki "single serving friend" olayına benzedi olay :)

Fiyat olarak fark etmiyor dedikleri için treni istasyonda alırım demiştim. İnternette fiyat 37$ (1 CHF neredeyse 1$) falan gözüküyordu ama istasyonda 80$'a çıktı fiyat, noluyoruz dedim. (Sonradan öğrendim ki 37$ için ayrı kart gerekiyormuş.)

Ama asıl enteresan olay şu ki tren biletleri gün için geçerli, yani tren biletini 15 Mart için alıp istediğiniz saatte trene binebiliyorsunuz. Hatta trenden istediğiniz gibi çıkıp gezip sonra tekrar binebilirsiniz de! Yani İsviçre'nin güneydoğu ucu olan Cenevre'den (Lozan'ın hemen yanı) kuzeydoğusu Zürih'e bilet alıyorsunuz arada hangi duraklar varsa orada durup gezebilirsiniz ki başkent Bern de bunlardan biri. İsviçre'yi tek günde tek trenle gezmek mümkün ama tabii bi uçak parası olan tren ücretini gözden çıkararak.

Fakat kendi vatandaşlarına ve bilhassa öğrencilere yaptıkları güzel kolaylıklar var. Arkadaş sahip oldukları iki ayrı kartla birlikte gidiş biletini dörtte birine düşürebildiklerini, akşam yediden sonra ise trenlerin bedava olabildiğini söylüyor. "İsviçre'de o kadar gezecek ne var?" diyince ise "Her köy ayrı bir İsviçre, köylerde icat olmuş değişik şeyler var." diye bir yanıt aldım, gidip göreceğiz.



Havaalanından tren istasyonuna aktarmaya gerek yok, havaalanından Lozan'a direkt gittim.

Zürih'i izledim. Çok fazla inşaat var. Her yere graffiti yapılmış.



Şehir bitince karşıma Heidi'yi hatırlatacak manzaralar çıkmaya başladı. Fotoğraf çektim ama camın arkasından çekince manzaradan çok ben çıkıyorum.

Uykusuz gelmiştim, bilet kontrolünden sonra yatışa geçtim. Bi teyzenin bana anlamadığım bir dilde şeyler söylemesiyle uyandım. Anlamadığımı görünce dilini değiştirdi ama nafile. Abla İngilizce lazım dedim. Yanındaki bir genç İngilizce konuşmaya başladı. Anons yapılmış, raylar bozulmuş (?). Tren burada (Olten) duracakmış. Lozan'a başka trenle gitmem gerekiyormuş. Haydaaa.

İsviçre'deyim di mi? Türkiye değil ?.

Trenden inip ona buna sorup en sonunda Bern'e gitmem gerektiğini öğrendim, Bern treni de tam o sırada gelmiş koşup kendimi içeri attım. Biraz stresli geçti çünkü birinci sınıf vagonundaydım. Kontrol falan olmadı. Bern'de indim, başka bir Lozan trenine bindim. Önceden kondüktöre sormuştum bineyim mi buna diye, tamam demişti, kontrol ederken bir şey demedi. Bir de burada trenleri kontrol etme işlemi Avrupa'da otobüste bilet kontrolü gibi bir şey, kondüktör kafasına göre bir yerde tree sonradan biniyor.

Trende karşıma kıvırcıklık saçlı zenci bir çocuk oturdu. Sa naber dedi ama Fransızca. Anlamadım, İngilizce cevap verdim, anlamadı. Anadolu lisesinden kalma Almanca kırıntılarını kullandım o da olmadı. Normalde gittiğim ülkenin dilinin sözlüğünü telefonumda bulundururum ama İsviçre'de İngilizce bilmeyenle karşılaşmayacağımı düşünüp indirmemiştim.

Böyle olunca uzun süre salak salak birbirimize bakınarak anlaşmaya çalışık. Migros poşetlerinden (oranın Bimi Migros herhalde) bir meyve suyu dört tane boş sandviç ekmeği çıkarıp yemeye başladı, bir tanesini bana ikram etti :d "Mofratum" dedi. Hemen ardından "Eritre" dedi. Etyopya? dedim galiba olumlu cevap verdi. (Eritre Etyopya'ya komşu çok ufak bir ülkeydi Haluk Bilginerli Turkcell reklamından öğrenmiştim bilgim bu kadar.) Ben de haritadan Türkiye'yi gösterim elimle havaya kaldırıp uçak sesi çıkardım. Sonra aklıma İsviçre'ye gitmeden önce izlediğim bir iki Fransızca videosu geldi, adımı söyledim, gülümsedi o da Fransızca adını söyledi. Mofratum adıymış.

Mofratum'a buradan selamlar. Lozan ufak şehir, bir gün kendisini bulup Fransızca konuşmayı iple çekiyorum.

İndim, otelin yakınında metro var ama onla uğraşana kadar biraz yürür etrafı görürüm dedim. Yorucu oldu çünkü fena bayır vardı.











Lozan İsviçre'nin güneybatısında, Cenevre'ye komşu küçük bir kent. Nüfusu 150 bin falan. İsviçre'nin Fransızca konuşulan bölgesinde yani insanların ana dili Fransızca. İsviçre coğrafi pozisyonu sebebiyle ortaçağda işgal edilmemiş / edilememiş, halkı özgürlüğüne bağlı olmuş, ortaçağdan önceki yapısı nedeniyle kimi yerlerinde Almanca, kimi yerlerinde Fransızca, kimi yerlerinde İtalyanca, kimi yerlerinde de Romanş (o ne lan dediğinizi duyar gibiyim ben de bilmiyorum) konuşulan dolayısıyla dört resmi dili olan bir ülke. Buranın kısmetine de Fransızca düşmüş.

Bizim ülkenin kaderini değiştiren Uşi, Lozan ve Montrö anlaşmaları burada veya buraya yakın yerlerde yapılmış hep.

Burada "İsviçre'ye hiç yakıştıramadım." dediğim birkaç şey var:

1- Sigara içen (Slovakya ve Singapur'a kıyasla) çok, özellikle tren istasyonunda bol bol sigara içene rastladım.

2- Acayip trafik var, saat henüz üç olmasına rağmen.

3- Küçükken "Fransa'da gecenin bir yarısı bomboş yolda yayalara kırmızı yanarken yoldan geçerseniz (veya yaya geçidinden geçmezseniz, orijinalini unuttum.) polis size ceza yazar." masalıyla büyüdükten sonra burada insanların yayalara kırmızı yanarken yaya geçidinden dan dun geçtiğini görünce biraz hayal kırıklığına uğradım.

4- O türbanlı dilenci de neyin nesiydi?

Lozan için köy gibi bir yer demişlerdi de o kadar da değil anlaşılan. Ayrıca çok sıcaktı. Ankara'dan ayrıldığımda kar yağıyordu. Burada piştim ilk gün.

Mimariyi de sevdim, evler zevkli inşa edilmiş gibi görünüyor. Slovakya kadar eski ve Singapur kadar yapay değil, Türkiye gibi dümdüz de değil. Beğendim. Bir de şu bayır olmasaydı.

Fransız emperyalizminden dolayı Fransızca konuşan epey göçmen almışlar. Çokça zenci ve başı kapalı Müslüman var etrafta. Asyalılar (Vietnamlı olabilir) da var.

Otele vardım. Oldukça rahattı, çift kişilik yatağa kuruldum. Televizyonu açtım, hep Fransızca şeyler :S CNN Internationalda "Twitter Hacked" haberini gördüm, Forbes'ın twitter hesabından atılan reis twitlerini inceledikten sonra biraz leblebi atıştırıp uyudum.

*

Kalktım, hemen hazırlandım. Lobide tüm doktora öğrencileri buluştuk. Les Brasseurs (Bira yapımhanesi) isimli bara gittik.

Bilkent'ten dört Türk geldik, ikimiz CS'li ikimiz EE'li, biri EE'nin bölüm birincisi ve Stanford kabul aldı yani adam tatile gelmiş. Hepimiz lisansı bu dönem bitiriyoruz. İki ODTÜ'lü (biri mastırı bitirecek öbürü mastır terk), bir Boğaziçili (bu University of Winsconsin Madison'da halihazırda doktora yapıyormuş ama alan değiştirmek istemiş, istediği alan olmayınca mecburen okulu değiştirmiş. Bir tane de nereden olduğunu bilmediğim EPFL'de mastır yapmakta olan bir Türk var. Bayağı kişiyle tanıştım ama en iyisi insanları toptan başka bir yazıda yazayım.

Orada doktora yapmakta olan benim de önceden sorular sormak için iletişime geçtiğim bir doktora öğrencisi vardı. Çinli bir hocanın asistanıydı ve benim istediğim alanda yani İnsan Bilgisayar Etkileşimi'nde çalışıyordu.

Genel olarak halinden memnun gibiydi, Hong Kong'da stajdan yeni dönmüş. Epey bir yeri gezdim hocam sayesinde diyor. Spora falan da vakit bulabiliyormuş. Yemekleri kendi yapıyormuş genelde. Hocasını okula geldiğinde eylülde seçmiş, onun aradığı şeyleri biliyormuş zaten öyle güzel denk gelmiş. "İlk dönem iyi çalışıp güvenini kazanmak gerek." diyor. Doktora süresi normalde 4 sene ama bu kadar zamanda bitiren yok tabii. Zaten hocalar da buluyor ucuz mühendisi bırakmıyor. O da hocasıyla 5.5 senede bitirecek şekilde anlaşmış. Bu arada arkadaş lisansını Bilkent Bilgisayardan almış, Bilkent'ten 3.72 ile mezun olmuş ve alınmamış, ODTÜ'de mastır yapıp öyle girmiş.

*

Bu yazıda epey laf salatası yaptım ama asıl olaylar öbür günlerde. Aklınıza soru gelirse çekinmeyin çünkü yazmayı unuttuğum şeyler olabiliyor, ekleyeyim hemen.