10 Temmuz 2017 Pazartesi

Varşova'dan Gdansk'a oradan Poznan'a gitmek Ankara'dan Antalya'ya oradan Eskişehir'e gitmek gibi bir şey. Gereksiz bir üçgen, ayrıca sahili bırakıp Eskişehir'i gezmek niye? Ankara'ya niye geldiniz işin en başında? Aslında amaç Gdansk'tan Berlin'e gece yolculuğuyla geçmekti ama günde iki otobüs vardı onlar da doluydu. Şurada bir Poznan varmış orayı da bir gün gezelim dedik.

Trene bindik. Öncekine göre kompartmanlı değil, otobüse benzer TCDD treni gibi bir trendeyiz. Koltuğumuz rasgeleydi, bir baba-kız ve kızın kadın çantasında usul usul etrafa bakan süs köpeğiyle karşı karşıya oturuyoruz. Ben laptopu açıp blog yazmaya başladım, kız da deftere paso bir şeyler yazdı. Uzun süre sessiz sessiz oturduk.





Aramızda hebele hübele konuştuktan sonra kız nereli olduğumuzu sordu, hangi dili konuştuğumuzu merak etmiş. Ardından koyu bir muhabbet başladı. Kıza sordum deftere ne yazıyorsun diye "Almayı düşündüğüm fantastik kitapları." dedi. Günde dokuz saat fantastik kitap okuyormuş. Percy Jackson en sevdiği kahramanlardan biri. Ben en son Drizz Dourden'in maceralarını ve Ejderha Mızrağını sıkıla sıkıla okumuştum. Game of Thrones'tan ve okuduğum o kadar çok tarihi romandan sonra fantastik romanlar bebekler için yazılmış gibi geliyor malesef, karakterler aptal, saptal, saf, sayfalar dolusu kavga dövüş anlatıyor yazarlar bazen. "Ben de eskiden çok okurdum ama artık çok basit kaçıyor, denesem de başaramıyorum." dedim. "En son Henryk Sinkiewicz'in Ateş ve Kılıç romanını okuyordum öneririm, Nobel ödüllü." dedim. Kız okumamış onu, tıpkı benim hiç Orhan Pamuk okumamış olmam gibi. (Gerçi ikisi bir tutulamaz ya neyse)

"İngilizcen çok iyiymiş, üniversite öğrencisi misin sen?" diyince gezi boyunca duyduğum en karizmatik cevaplardan birini aldım "Dude, I'm only 15." Poznan International School'da okuyormuş. İngilizce'yi benden iyi konuşuyor. Beş seneye havasından geçilmeyecek diyip susuyorum :d

*



Trende güneşin batışını izledik, güneş henüz yeni battığında da vardık. Baba "Biz de sizin hostelin o tarafa gidiyoruz, isterseniz bizimle gelebilirsiniz." dedi, tamam dedik.

Şehir güzel ve zengin bir görünümü var, zaten Polonya'nın en zengin şehirlerinden biriymiş. Polonya da Türkiye gibi batıdan doğuya fakirleşiyormuş. Yalnız hava tam anlamıyla kararmadan ışıklar yanmadı, adamlar tasarruf etmeyi de iyi biliyor :P

Kız bir çok yeri anlattı, birkaç tane bar, cafe ve pizzacı önerisinde bulundu. Henüz eski şehire gelmediğimizden genelde gösterdiği yerler belediye binaları, kütüphane, üniversite falandı gerçi.

Bu Poznan Üniversitesi Ekonomi Fakültesiymiş.



Poznan imparatorluk kalesinin bir bölümü, 1910'da Almanlar yapmış. Polonya'nın Prusya, Rusya, Avusturya arasında pizza gibi bölüşüldüğünü söylemiştim. Batıda kalan Poznan'ı da Prusya topraklarına katmış.



Kız saldı köpeği, hayvan bidik bidik yürümeye başladı:



Belediye başkanı sürrelist işlerde bulunmuş, mısır üzerine pegasus:



"Belediye buradan mısır toplayıp ek gelir mi elde ediyor?" dedik. Gülüştük.

Bu da Enigma'yı kıran Polonyalı bilim adamlarının müzesiymiş. Allah Allah, Enigma'yı Alan Turing kırmadı mı? O da İngiliz'di. Sonradan araştırdım ki bunlar meğerse ilk Enigma'yı kırmış ama İngiliz olmadıkları için kimse haklarında bir şey bilmiyor.



(Bana göre) garip bir şey oldu, evlerinin önüne gelmişiz, baba içeri girdi, kız bizi biraz daha gezdirdi. İki tane üniversite mezunu olduğunu söyleyen Bangladeşli gelse ben kızımı bırakıp eve gider miyim bilmiyorum. Belki adamların kafalarında Türk imajı düşündüğüm kadar kötü değildir, belki Polonya'nın nispeten nezih bir şehrinde olduğumuz için kafa yapıları farklıdır, belki de adam bize gerçekten güvenmiştir.

Kız birkaç yeri daha gösterdi ve vedalaştık.

*

Eski şehire geldik. Pazartesi gecesi olduğu halde beklediğimizden kalabalıktı. Zilina (Slovakya'da staja gittiğim yer.) bu saatlerde ölü olurdu. Adamlar zengin, evde oturmuyorlar belki de ondandır:D











Elinde şemsiyeli yaşlı bir amcayla karşılaştık, bize döndü "Hi guys! I'm from America!" diye bir giriş yaptı. "Bunu görüyoruz." dedik çünkü amerika bayrağı desenli kravat takmıştı. Sonra bir şey olmadı, döndü gitti. Amerikalı diye ayaklarına mı kapanmamız gerekiyordu?? bi anlam veremedik. Ardından gezi boyunca o adamın "Hay gaaays Aym from Ameerikaaaa!" diyişini taklit edip gülüp eğlendik.

Birkaç tane kırmızı şemsiyeyle gezinip bizi striptiz kulübüne götürmeye çalışan ablayı atlattıktan sonra hostele geldik.

Odaya geçtik. İçeride insanlar yatıyor ama uyuyan yok. Işık kapalı. Eşyaları yerleştirirken elemanın biri "Işığı açabilirsin benim için sıkıntı yok." dedi. Açtım. "Neredensiniz?" diye sordum. "Polonya", "Amerika Los Angeles", "Brezilya", "Güney Kore". Herkes koptu, dünyanın dört bir yanından insan burada buluşmuş. Ve anladık ki o saate kadar kimse birbiriyle tanışmamış, biz gelince muhabbet etmeye başladılar. Polonyalı gözlüklü bir abla Poznan'a yerleşecekmiş, ev bulana kadar hostelde kalıyormuş. (Bize çok yabancı bir kavram ev bulana kadar hostelde turistlerle kalmak gerçekten.) İstediğimiz üzerine bize Polonya yemekleri önerdi (o zamana kadar hep sıcak sandviç yemiştik.) Ağır ama şirin bir Polonya aksanız vardı, popular'ı direkt popular diye okuyor, gülümsüyoruz :D Brezilyalı eleman Portekiz'de erasmusunu bitirmiş yeni. Bir de sonradan Ukraynalı bir abi geldi, Polonya'ya iş bulmaya gelmiş, ne iş olsa yaparım diyor, adam Ukrayna'da doktormuş!! Varşova'da postdoc abla söylemişti "Her tarafta Polonyalı görüyorum eskiye göre sayıları çok artmış." diye. Ukraynalılar buranın Suriyelileri olmuş desek doğru olmaz ama yanlış da olmaz.

*

11 Temmuz 2017 Salı

Ertesi gün sabah kalkıp kahvaltı yaptıktan sonra eski şehri dolanmak için dışarı çıktık.

Eski şehirin ismi Stary Rynek, Lviv'dekinin adı da Staryi Rynok'tu. Slavik ülkelerde eski şehirin adı ya bu ya da Stare Miasto ve türevleri oluyor zaten. Muhtemelen burası da eskiden pazar yeriydi.

Malesef yağmur yağıyordu. Alanda büyük bir kalabalık vardı, çocuklar okul gezisine gelmiş.



Poznan'ın eski şehiri pastel boyayla resmedilmiş gibi, kurabiye kaplamalı gibi gözüken rengarenk binalar, hepsi üç-dört katlı. Üzerlerinde ilginç ve egzotik figürler var. Aralarından bir kilise fışkırıyor. Ortada üzerlerinde Mars, Apollo, Neptün heykeli olan çeşmeler var.






























Kilisenin en tepesinde saat on ikide bir şov başlıyor. İki tane keçi birbirine tosluyor. Vakti zamanında şehirde soylular bir yemek verecekmiş, bu yemek için aşçı Pete'yi görevlendirmişler. Aşçı geyik eti pişirecekmiş, eti hazırlarken yanlışlıkla (artık nasıl becerdiyse) şömineye düşürmüş. Yeni geyik eti için kasaba gitmiş ama kasap "Taze bitti be hacı." demiş. O da gitmiş geyiğe benziyor diye iki keçi yakalamış. Tam yakalayamamış, keçiler kaçmışlar ve kalabalığın gözü önünde birbirine toslayarak kavga etmişler. Bu komik görüntü de yıllar boyu anılmış ve böyle bir gelenek ortaya çıkmış. Bence biz de kaçan boğaları kovalayan insan siluetleri falan oynatalım Sultanahmet de, Japonlar eğlenir :P

Yağmur + keçiler: (çok bir şey beklemeyin)



Bu adamın ne ayak olduğunu çözemedik:



Para atınca elindeki çanı tıngırdatarak eğilip selam veriyordu.

Yağmurdan sonra çektiğim daha güzel bir eski şehir resmi:






Eski şehirle işimiz bitince gezecek bir yer kalmadı. Kruvasan müzesi varmış, oraya gittik. Giriş 18 zloty/lira, içeride şov varmış. Biraz pahalı ama yapacak başka bir şey olmadığından girelim dedik.





Mutfağa geçtik, kafamızda aşçı şapkaları. Baş aşçı abi bizi selamladı. "Selam gençler. Bugün size kruvasan yapmayı öğreteceğim. Bunun için de bana bir gönüllü lazım, var mı kendine güvenen?" dedi. Sanırım kalabalığın enerjisini ölçmek için böyle yaptı. Sadece ben kaldırdım :P "Tamamdır ama sen hazır değilsin al bu önlüğü." dedi, kahkahalarda önüme önlüğü taktım, tişörtümdeki kurdun yüzü önlük tarafından kapandı karizma yerlerde, elime merdaneyi de verdi reis :(

"Şova başlamadan önce şunu söyleyeyim, elinizden geldiğince fotoğraf çekin. Telif hakkı dolayısıyla video çekmek yasak." Tamamdır.

Nereden geldiğimizi sordular. Norveç, Amerika, Almanya. Almanya'yla dalga geçtiler "Bakın küçücük ülke, sadece iki kişi gelmiş." Sonra biz Türkiye dedik, biraz ileride iki tane de Türkiye'den gelen kız vardı (muhtemelen Erasmuslarının son demlerini yaşayan.) "Aaa vay onlar da Türkiye'den gelmişler, tanışıyor muydunuz?" diye sordular "Hayır. Almanya'nın aksine Türkiye büyük bir ülke." diye dalga geçtim. (Poznan Berlin'e üç saat, Türkiye'ye ise çok uzak ve Türkler için saçma bir rota.)

Poznan Enigma konusunda gölgede kaldığı gibi kruvasan konusunda da gölgede kalmış. Fırıncı abey kruvasanın icat edilişini anlatıyor ama bildiğimiz "Türkler Viyana'ya girmeyi başaramayınca aşçı hilal şeklinde çörek yapıp ismini hilal anlamına gelen kruvasan koymuş." hikayesine hiç de benzemiyor.

Bu fotoğrafı görünce direkt ucu bize dokunacak dedim, ama neyse ki dokunmadı:



Aziz Martin kruvasanı deniyormuş buranın kruvasanına. Aziz Martin Romalı bir askermiş, Amiens'e (Fransa) sefere gittiğinde orada bir dilenciyle karşılaşmış, dilenci üşüyormuş, o da kılıcıyla pelerinin yarısını kesip dilenciye vermiş. Bu hikayede Poznan'daki St. Martin kilisesinde (meydandaki kilise değil) anlatılagelmiş. Bir gün bi fırıncı "Aaa dur ben de böyle bir iyilik yapayım." demiş. Yolda atıyla gezen bir şovalye görmüş. At karın üzerinde nal şeklinde iz bırakıyormuş. Fırıncı da nal şeklinde çörek yapıp fakirlere dağıtmış. Bu da gelenek olmuş.

"Gece üşüdüğü için bir bayana ceketimi verdim, bizi gözleyen komşanne benim centilmenliğimden esinlenerek topuklu ayakkabı şeklinde bir börek açmaya karar verdi." tadındaki bu hikayeden sonra geçiyoruz yapım aşamasına.

Aşçı abi sıra sıra birilerini çağırıp hamur açtırıyor. Arada espiriler yapıyor. "Ellerinizi yıkamadınız değil mi? Yapılan kruvasanları sadece siz yiyeceksiniz hihihi."



Bu küçük kız Norveçli, dokuz yaşındaymış. Aşçıyla İngilizce konuşup anlaşıyor. İngilizce eğitimi ana karnında mı başlıyor nedir.



Ben çıktım, elime bir merdane verdi, daha önce yemek yapmışlığım var ama hamur açmamıştım (pizzaları lavaşla yapacak kadar pratik bir adamım) "O sana ağır geldi." diyip elime ufacık bir merdane verdi, parmağımla yoğurdum.

Birkaç gönüllüden sonra ortaya böyle bir şey çıktı:



Onu fırına verdi, tabii hemen sonra "Gerçi burada yapılmışı var." diyerek başka bir tanesini çıkarıp gösterdi. İyi kendi yoğurduğum kruvasanı yemeyeceğim :P



Ardından üzerine sos ve ayçekirdeği döktü. Ortaya kruvasan & simit karışımı bir şey çıktı.



Tadına baktık. Güzeldi. Batı Avrupa kruvasanı gibi boğazda kayıp "ben doymadım kan şekerini de yükseltip düşürdüm hihihi" değil de harbi harbi doyuracak, tam Türklere göre bir kruvasana benziyor. Tabii "Mutlaka gelin yiyin, kaçırmayın." denebilecek bir tat da değil.


Şov bitti. Çıktık.

*

Hostelde bir "Poznan Gezilecek Yerler" listesi bulmuştum, Kruvasan müzesi 8. falandı, birinci sırada "Palm House" vardı. Fazla araştırmadan yürüyüp gidelim dedik. Şehrin dışında güzel bir park karşıladı bizi.





Heykele odaklanınca korkutucu bir sahneyle karşılaşıyorsunuz:



İçeride sera gibi bir botanik park var. Google mapste kapanış 5 yazıyordu ama saat 4:10 olduğu halde kapısı kapanmış. İçeri vuruyoruz. De gedin diyorlar, salağa yatıp vurmaya devam ediyoruz. Arkadan birileri daha geldi. Onlar konuştu. "Kapalıymış diyorlar." dediler. "Yaa biz çok uzaklardan geldik bir daha gelemeyiz, içeri bir bakıp çıksak?" çevirdiler. "Sistem kapandı elimizden bir şey gelmiyor diyorlar." dediler. Türkiye'de olsa çoktan içerideydik.

Neyse zaten çok da madah gözükmüyordu:



Şehirden birkaç rasgele fotoğraf:









Avrupa'nın estetik bankalarından bir başka örnek:



Burası tren ve otobüs garı, üstü alışveriş merkezi:



Yukarıda anlattığım Alman sarayının gündüz versiyonu:





Pijamalı bina:



Başka bir eski ama güzel bina:



*

Markete gidip Polonya mantısı ve Polonya sandviçi (zapiekanka diyorlar, ekmeğin üzerine pizza malzemesi koyup fırına atıyorsun) aldık. Hostele döndük. Polonyalı ablayla muhabbet ederek yedik. Tarkan şarkıları eşliğinde Tarkan muhabbeti yaptık. O da küçükken severmiş Tarkan'ı :D Ben Berlin'e gidip Singapurlu arkadaşımı ziyaret edecektim, fakat adamın evinde yer olmadığından Hak burada kalacaktı. Mutfağı, muhabbeti bırakıp gidesim gelmedi hiç. Ama yolcu yolunda gerek diyip ikisine veda edip ayrıldım. Polonyalı abla bana "GET BACK HERE CRAZY MAN" diye mesaj attı ama nafile. Geç kalacak mıyım diye sürekli saate baktığımdan ama bırakıp gitmek de istemediğinden paranoyakça takılmıştım, bana bu ismi uygun gördü. İlk defa hosteldekilerle karşılaştık, onda da ceketimi alıp gidiyorum :(

*

Bu da şehirdeki keçiboynuzu parkı, ben gittikten sonra arkadaş çekmiş: